Sonbahardan Çizgiler

Pencerenin kıyısından uçsuz bucaksız uzanan bir ışık hüzmesiydi günün bu saatinde Ankara’nın gecekondu mahalleleri. Yüzümü biraz sola çevirdiğimde karanlığın içindeki soluk belli belirsiz ışık taneleri yerini parlak capcanlı göz kamaştıran bir kristalliğe bırakıyordu. Binalar karanlığı yırtıp geçerek yükseliyordu göğe doğru. Ankara’nın kaderi bu’ydu, neredeyse yüz senedir. Belli belirsiz bir geçişkenlik haliyle Ahmed Arif’in kar altındaki varoşları yerini Ümitköy’de rezidanslara bırakıyordu. Rezidans dediğimiz şey beyaz yakalılara toplu konut demişti bir dostum. Hoş Arif’in varoşları da artık kar altında değil, toplu konut idaresinin boyunduruğu altındaydı belki de. Pencerenin kenarından sonu olmayan bir beton yığınını andıran Ankara manzarasına ilişmiştim bir gece yarısı. Terasta oturmak için serindi artık hava. Başkent gece esintileri ile hava alma güdümüzü baskılayıp pencerelere esir etmeye başlamıştı bizi. Bir başka deyişle sonbahar gelmişti şehre. Biz belki şehre bir film gelir diye beklerken. Yoksa nasıl yenilenebilirdik ki? İklim değişirdi de biz değişemezdik. Hem sonra bir kedim bile yoktu hâlâ benim. Hep başkalarının kedilerini severdim. Onlarsa beni pek sevmezdi genelde. İlk yapraklar düşmeye başlamıştı, ilk mısralar ve henüz yazılmamış sözlerle. Sanki tüm şehir bana küskün.

Bir süredir özgürce koşamıyorduk hiçbir yere, çıkamıyorduk evlerimizden. Köşedeki Kuytu Çayevinden bir çay içmenin sıradanlığı, şehrin en iyi çikolatacısına uğrama rutini, sinemalar, konser salonları çok uzaktaydı. Güneş altındaki tutsaklardık yaz boyu. Geçen sonbahara bakıyorduk usulca. Tüm basitliğiyle akıp giden zamanı fark edemiyorduk böyle aniden durup bakamayınca. Başkent’te zaman, CSO’da sezon açılışına bilet bulma telaşı, Yuna’nın sütlü çilekli çikolatası ile yan masada dönen sohbete dahil olma uğraşı, bir yalnızlık betimlemesi olarak Akün’deki oyuna alınan iki biletten birinin elinde kalması, Ulus’taki müzeler, Çıkrıkçılar esnafı, Hacı Bayram’da bir cuma vakti telaşı, Dost’ta birini beklerken asla ilgi duymadığın konulardaki mecmualara göz atma ritüeli, İmge’nin arka bahçesi yeniden açılacakmış dedikodusu, kavgalar, politik tartışmalar ile bozkırın orta yerinde ucuz bir hayatta kalma uğraşıydı. Oysa biz fildişi kulelerimizin korunaklı uçlarında zihinlerimizdeki aşiyanımıza çekilip kendi konfor alanımızı inşa etmekle meşgulmüşüz meğer. Telaştan kaçmanın yollarını ararken kapıldığımız bu durgunluk telaşın bizi çarkın dişlileri arasında ezilmekten nasıl kurtardığının hikâyesini sunuyormuş bir süredir bize. Fildişi kulelerini inşa edemeyenler için en basit çözüm sancılı bir ölümmüş de ölüme razı gelsinler diye bu telaşın ne menem bir şey olduğu masalını uydurmuşlar gecekondu mahallerinin sakinlerine. Günün ilk saatlerinde hazır kıta üst üste otobüslere doldurulan bu insanların konfor alanları ile olan sosyal mesafeleri yüzlerine iliştirdikleri eğreti maskelere ihtiyaç duymayacakları kadar fazlaymış hem de. Ölümle aralarında olan mesafe ise belki de hiç olmadığı kadar yakınmış. Hadi sahte de olsa ekranların karşısında gülümseyelim. Gülümseyelim ki bulutlar gitsin, işçiler iyi çalışsın!

Yapracık’ta bir apartman dairesine girdiğimde otlar yemyeşildi ve kuzeydeydi güneş. Pek sürmedi, kurudu hepsi. Sapsarı bir bozkır yığını bıraktı ardında. Güneş de çoktan geri döndü tepelerin ardındaki konfor alanına. Bu bozkır yığınının ortasına karanlık çökünce bir deniz gibi göründü gözüme karşımda duran boşluk. Ufuk çizgisinde kaybolan bir yelkenli, belki bir yakamoz bulma ümidiyle saatlerce kıyı şeridi boyunca yürüdüğüm bir Bodrum gecesini hatırlattı bana. Uzun süre sahaflarda arayıp bulamadığım bir kitabı bulmuştum o gece Yalıkavak akşam pazarında sergi açmış aksakallı bir işportacıdan. Bu yaz denizi hiç görmedim. Sevdiğim insanlar uğramadılar buralara. Birkaç adımdan fazlasını atamaz halde yolu yolculukla ölçmeyi özledim. 75. Yıl Selatin Tüneli’nden çıkarken arabada Ferdi Özbeğen çalmasını, tüm gün Fransa Bisiklet Turu’nu izleyip akşama denize kaçmayı, rüzgârı arkama alıp denize doğru pedallamayı da özledim. Ben bu özlem dolu anları yaşarken kıyısına sokulduğum pencereden Kale’deki bayrağa ilişti bakışlarım. Bu bencilce özlemin hiçbir noktasında bulunmayan insanların eski evleri, hayatları vardı o bayrağın altında. Hiç deniz görmemiş hiç bisikleti olmamış çocukların haklı serzenişleri. Hepimiz aynı ince maskenin koruyuculuğuna sığınarak bekliyorduk bir şeyleri. Fakat bu bir maskeli balo değildi. Benim açımdan eğlence bitmişti çoktan. Onlar içinse hiç başlamamıştı belli ki. Aynı gemide değildik onlarla. Onlar hiç gemi görmemişlerdi. Benim de hiç binmediğim gemiler olmakla birlikte tutunduğum şişme can yelekleri vardı. Yine de aynı gemide değildim ekmeklerini bölüşmeyen, atık kağıt toplayıcılarının, savaştan kaçmış göçmen çocukların, cinayete kurban giden kadınların hâlinden bile asla utanmayan kalın tombul parmakları, bembeyaz inci gibi porselen dişleriyle sırıtarak özel sağlık sigortalarına güvenenlerle. Onlar maskelerinin üzerine yenilerini eklemekle meşgulken İncesu Parkı’nda uyumaya çalışan ötekiler empati yeteneğimi geliştirmekle uğraşıyorlardı benim.

Saat gece yarısını geçmişti çoktan. Git gide azalıyordu perdenin ardından tüm şehri kaplayan ışıklar. Şöyle bir uzunca süzdüm şehri. Acaba köşede ışığı yanan evin sakinlerinin nasıl bir hikâyesi vardı? Sonra daha uzaklarda yanan sarı loş bir ışığa takıldı gözüm. Acaba o ışığın altında ne hayaller ne idealler vardı. Adlarını dahi bilmediğim, daha evvel hiç görmediğim ve belki de hayatım boyunca hiç görmeyeceğim insanlar, hayatlar vardı. Herkesin bir anlatısı, bir deneyimi olduğu gibi ve maskeler örtemiyordu yaşanmışlıklarla kaplı yüzlerdeki çizgileri. Ciğerlerimize çektiğimiz ilk nefesin yakıcı hissinde yanımızda olan kimse bugün yanımızda değildi belki de. O günden bu yana aldığımız her nefesin kıymeti kendinden menkuldü de maskelerin altında alınan nefes değişkenlik gösteriyordu. Ne kadar daha bu esaretin altında olacağımızın belirsizliğinde iç sesimize maskelerin altındaki nefes alış-verişlerimiz eşlik etmeye başlamıştı. Bazılarımız için uzun saatler yaşanıyordu bu süreç, bazılarımız içinse son nefesini vermek kadar kısa. Dedim ya saat ilerledikçe git gide azalıyordu perdenin ardından tüm şehri kaplayan ışıklar. Işık kirliliği azaldıkça gökyüzünden geçen uçakları da daha kolay seçer olmuştum. Manzaranın dört bir yanından aynı noktaya doğru gidiyordu uçaklar. Nice kavuşmalar ve ayrılıklar vardı belli ki içinde. Hatta bazı kargo uçaklarında nice insan ölüleri, hatıralarıyla birlikte. İnsan ömrü bir nefes alış-veriş aralığı kadar kısaydı. Üstelik bu nefesin bir maskenin içinden alınıp alınmayacağının bir önemi de yoktu artık. Herkesin bir hikâyesi her hikâyenin de bir sonu vardı. Özlem duyduğum pek çok şeyin artık benim için ulaşılabilir olmadığını kabullenmeliydim. Bazı hikâyelerin, çocukluktan kalma masalların ve dostlukların bittiğini kabullenmem gerektiği gibi. Yaşadığımız şey bir yol hikâyesiydi elbette. Fakat henüz ne menzili belliydi bu yolculuğun ne de varış noktası. Yolun kendisi değildi mesele, yola çıkabilmekti. Bir sonbahar gecesi bir pencere kıyısından binlerce hayata, binlerce yolculuğa uzanabilmekti yani. Serin bir sonbahar akşamında Ankara’nın kısa bir yolculuk yapmıştım atık kağıt toplayıcıları, savaştan kaçmış göçmen çocuklar ve cinayete kurban giden kadınlarla. Işık hüzmesine bir ses eşlik etti sonra. Her şey bitti.

“Şirin mi şirin gecekondu evleri,

Samsun Asfaltında otomobiller

Ne güzeldir yollarda olmak şimdi.”

Yorum bırakın