Saatler, Nesiller ve Düşünceler

“Zaman düşer ellerimden yere
Oradan tahta boşa
Saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya”

2018 yılı sonbaharında babam doğum günüm için bana bir kurmalı saat hediye etmişti. Başlarda vintage ürünlerin günden güne yeniden popüler olduğu bir konjonktürde babamın bu tutumunu tamamen modayla ilişkili olarak yorumlamıştım. Fakat babam hiçbir zaman modayı o denli yakından takip eden biri olmamıştı. Bu yüzden pilli klasik kol saatlerinden dijital saatlere ve son kertede akıllı saatlere uzanan yeni nesil kol saatlerinin çok daha kolay ulaşılabilir olduğu bir dönemde kurmalı bir saat almanın daha farklı bir anlamı olmalıydı. Yakın geçmişte hızla artan teknolojik gelişmeler ışığında çoğu akranım mesajlarını ve maillerini okuyabildikleri, attıkları adımdan harcadıkları kaloriye dek tüm hayatlarını bileklerinde taşıyabildikleri akıllı saatleri tercih ediyorlardı. Fakat kurmalı bir saat tüm bu imkânlardan daha fazlasını sunuyordu bana. Her sabah güne başlarken kendi saatimi kuruyor böylelikle zaman yönetiminin tamamen benim ellerimde olduğunu hatırlıyordum. Fakat saat işlemeye başlayınca sürece müdahale etmem imkânsız hale geliyordu. Yirmi dört saatlik koca bir gün birkaç saniyede kurduğum saatin akrep ve yelkovanı ile işlemeye başlıyor ve bir sonraki sabah sanki o gün hiç yaşanmamış gibi yeniden duruyordu. Tıpkı hayat gibi. Ellerimizle kurduğumuz bir saat yaptığımız planları anımsatıyordu. Sonrasında kendiliğinden dönmeye başlayan akrep ve yelkovan, dışarıdan müdahale olmadan işleyen bir volan ise başımıza bizden bağımsız olarak gelen olayları sembolize ediyordu. Aniden bastıran yağmur, sırılsıklam yürünen bir yol, kaçırılan otobüs ve daha niceleri…

Babama dedesinden kurmalı bir köstekli saat kalmıştı. Bu saatin hemen arkasında kabartma halinde bir tren ve bir de TCDD yazısı vardı. Saat, baştan ayağa üretildiği dönemi temsil ediyordu. Dedemin vefatından sonra babama aynı kabartma ve logolu yine kurmalı bir kol saati kalmıştı. Cortébert marka. Babam birkaç kez bu saatin bakımını yaptırmıştı. Örneğin kordonunu değiştirmiş, orijinalliğine halel getirmeden içerideki mekanizmasını elden geçirtmişti. Ben bu saati hep çok estetik bulur, arada özel günlerde takardım. Bir gün babam ona verdiğim değeri hissetmiş olmalı ki “Bu saat senin sen kullan.” dedi. Bu devir teslim işleminden sonra bir daha özel günlerde dahi takmaya cesaret edemedim o saati. Babamdan ödünç alarak takmak ile tamamen bana ait ve ailem için kıymetli tarihi bir saati takmak arasında bir fark vardı çünkü. Başına bir şey gelmesinden korktum. Babam bu durumu fark etmiş olacak ki bir başka kurmalı saati bana doğum günümde hediye ederek bu devir teslim ritüelinin sonraki nesillerde devamı için önemli bir adım atmıştı. Doğum günümde hediye edilen saati takmaktan asla çekinmedim. Olağan bir günün arka planında hep bana eşlik etti bu saat. Yazının başından beri farklı hikâyeleri olan farklı saatlerden bahsettim. Fakat hepsinin ortak bir noktası vardı aslında.  Saatler izinsiz çalışıyordu ama hep bir sonraya. Bir sonraki nesle, devr-i daim şeklinde.

Bu sabah her zamanki olağanlığında basit bir güne başladığımda günün sonunda bu satırları yazacağımdan habersiz saatimi kurmuş yola koyulmuştum. Uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşım şehre yeniden gelmişti. Onu görecek, onunla kısa bir kahve sohbetinin sonrasında her zamanki işlerime dönecektim. Saat kurulmuş, planlar yapılmıştı yani. Fakat akreple yelkovan dışarıdan müdahale edilemez bir şekilde dönmeye başlamıştı artık. Tam olarak kahve içmek için buluştuğumuz o ana dek. Sonra nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde bileğimden kayan saat, sert bir şekilde beton zemine çakılacak saatin camı tuzla buz olurken devr-i daim edeceğini düşündüğüm izinsiz çalışan bu saat bir sonraya ulaşmaktan kendini alıkoyacaktı.

Hiçliğin orta yerine uzanmış öylece duran tüm gerçeklik, kıyıya vurup geri çekilen dalgalar gibi hep daha uzağa çekilmesini dilediğim düşüncelerin yeniden beynime hücum etmesine neden oldu. Tuzla buz olan yalnızca saatin camı değil aynı zamanda zaman algımdı. Birkaç aydır yapmam gereken tüm zaruri işlerin çok uzağında her gün daha net gördüğüm ve her gördüğümde yüzümü başka yöne çevirerek kaçmaya çalıştığım gerçekliğin içindeydim artık. Son günlerde yaşadığım şeylere bir zorluk demenin kibirli bir tutum olacağından hareketle  günden güne küçülterek un ufak olacağını düşündüğüm sorunlar un ufak olmak yerine aslında hayatın olağan akışında canımı en çok acıtan şeylere dönüşmüştü. Grazokyak gezegeninde yalnız bir şekilde yok olmayı bekleyen insan neslinin son üyesi gibi hissettim. Yani aslında tüm varlığımla çoktan yok olmuştum fakat bunu fark etmem zaman almıştı. İnsan ırkının yaşayan son temsilcisi olduğumdan habersiz şu anda var olmayan bir gezegende milyarlarca santigrat derecede eriyip giden evim, eşyalarım ve anılarım tükenmişti çoktan. Devasa bir ısınmanın sonucunda yok olan insanlık mirası, hatırlanan birkaç eşya, birkaç nota, dize ve yalnızca bir iki tablodan ibaretti. Fakat geride bırakacağım bir tablo bile yoktu doğru dürüst evimin salonunda duvarları kaplayan. Önemsediğim hiç kimse hiçbir zaman beni yeterince mühim görmemişti. Doğum günümde hediye edilen saatim bile bileğimden usulca süzülerek beni terk etmenin bir yolunu bulmuştu. Değersizlik bir his olmanın çok ötesinde bir vicdan meselesi hâline gelmişti. Bir dönem beni seven birilerinin varlığını bilmek bile iyi hissettiriyorken, şimdi böyle bir varlığın olmadığından, olsa bile onların da milyarlarca santigrat derecede eriyip gittiğinden emindim.

Bugün bir şeyleri ertelemekten vazgeçip biraz Kavaklıdere’de yürüdüm. Harika bir atölye keşfettim, güzel insanlarla tanıştım. Nihayet iki yeni tablo ile yeniden yola çıktım. Bu dünya hızla ısınıp yok olup giderken geriye birkaç eşya, birkaç nota, dize ve bugün aldığım tabloları bırakabilmek için.

Yorum bırakın