Acılar ve Daha Fazlasına Dair

“kardeşlerin pogrom sana,
dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.”

İsmet Özel’in “of not being a jew” şiirinden alıntıladığım bu dizeler üzerine saatlerce düşündüğüm bir dönem oldu. Bugünlerde ise bu iki dize bizler için daha yeni anlamlar ifade ediyor. Örneğin şu sıralar Özel’in kardeşlerin pogrom sana dediği yerden alıp Livaneli’nin “Kardeşin duymaz eloğlu duyar.” dediği yere koyuyorum bazı cümleleri. Kötü şiirler yazan sözde şairlerin şiirlerinde ismime yer vermesinden çok rahatsız olacağımı düşünürken ismimin geçtiği dizeleri görünce -bu tutumuma ben de şaşırıyorum fakat- yalnızca bıyık altı gülücükler bırakıyorum. Fakat hiçbir şey geçiremiyor içimdeki can sıkıntısını. Hayatım boyunca pek çok kötü insana rastlamış, pek çok kötülüğe maruz kalmış olsam da karşılık beklemeden çok sevdiğim biri tarafından bu denli art niyetli ve saf bir kötülüğe maruz kalmak bana çok yabancı geliyor. İçimde hiç hafiflemeyen bir hüzün birikiyor. Canım yanıyor, yutkunamıyorum. Üstelik yutkunmaya çabaladığım her anda canımı yakan bu keskin boğaz acısı yüzünden gözlerime hücum eden yaşlar sicim olup yanağımdan süzülürken acımı paylaşacak yanağımdan süzülen yaşları silecek ve bana sıkıca sarılacak kimsem de yok. Yani bir nevi dostlarımın eşiğine varamadan başlamış oluyor çoktan benim diasporam. Oysa ben eşiğime gelen kimseye sırtımı dönmemiş, onları iyi etmek için çabalamış ve acıdan yutkunamadıkları anlarda gözyaşlarını ellerimle silmiştim. Dokunabilmiştim gözyaşlarına, ellerimle. Şimdi kardeşlerim pogrom bana. Susuyorlar, sesimi boğmak istiyorlar. Üstelik artık yarım ve kırık sırça yüreğim. Sonra yeni anlamlar yüklüyorum bazı dizelere. Bu süreç biraz zor, uzun ve sancılı oluyor.

Tam da bu yeni anlamlara yeni isimler bulmak için yoğunlaştığım bir anda aynı gezegeni paylaştığım milyarlarca insan sayamayacağım kadar çok dert ile mücadele içerisinde iken birkaç dize üzerine uzun uzadıya düşünmek, kendi kişisel dertlerim için paramparça olup zaman kaybetmek (belki) biraz ukalaca ve kibir dolu geliyor. Gezegenin herhangi bir köşesinde gün içerisindeki tek uğraşı hayatta kalmak fiilini icra etmek olan milyonlarca insanın varlığı, açlık ve susuzluk içerisinde kıvranan, bir savaşın orta yerinde kendini ve ailesini kurtarmak için kilometrelere yol yürüyüp daha güvenli bir ülkeye sığınmak isteyen ya da cephede ülkesi için mücadele ederken ölmeyi göze alan insanlar geliyor aklıma. İklim krizinin yol açtığı felaketler nedeniyle yerinden olan, ekonomik krizlerin pençesinde enflasyonla baş başa kalıp tahammül edilemez çalışma saatlerinde ağır işlerde çalışmak zorunda kalan ya da hiç istemese bile yine ekonomik gerekçelerle ülkesini terk eden insanlar… Evin bir köşesinde sehpanın üzerine bırakılmış televizyon kumandalarının hemen üzerine öylece terk edilmiş bir ilaç prospektüsünü oradan alamadığım için bir aydır televizyonu açmıyor oluşum, eşyalara, kitaplara, şarkılara ve hatta kokulara yüklediğim anlam yerle bir oluyor. Tüm bu kara bulut yığının yerini yoldan geçen çıplak ayaklı çocukların gerçekliği alıyor. Utancımdan yüzüm kıpkırmızı oluyor, adeta sert bir tokat yemişe benziyorum. Meselenin ilaç prospektüsü olmadığını tam da o anda idrak ediyorum aslında. Bu, canımı yakan ve uzun süredir kabullenmek istemediğim acı gerçeklerden kaçmak için bulduğum bir yöntem oluveriyor. Televizyonu açıp ekranın içindeki illüzyona dalmak bir savaş, bir yıkım, bir ölüm haberini almak o haberin hemen sonrasında ekranı kaplayan neşeli reklamları izlemekle aynı geliyor. Ölüm dediğimiz gerçeklik birkaç saniyelik haber metnini okuyan spikerin ekrandan kaybolması ile son buluyor. Benim bu illüzyondan kaçmak için seçtiğim yöntem ise eşyalara yüklediğim anlam ile ortaya çıkıyor. Aşk acısı hayatta kalmak için mücadele eden milyonlarca insanın acılarına karışıyor. Tıpkı savaş ve yıkım haberlerinin neşeli reklamlarla iç içe geçip gerçekliği örtbas ederek bizi işlerin ciddiyetinden uzaklaştırması gibi.

Kardeşlerimiz pogrom olacak bize, dostlarımızın eşiğindeyiz. Gerçekliği örtbas eden illüzyon gözlerimize de bir perde indiriyor. Sanki göçmen karşıtlığı, ırkçılık ve aşırı sağ ile yıllardır mücadele eden bizim dost eşiğimiz, diasporamız değilmiş gibi aşırı sağın nüvelerinin anavatandaki topraklarda da yeşermesine göz yumuyoruz.  Aşk acımız hayatta kalmak için mücadele eden milyonlarca insanın acılarına karışıyor. Prospektüsü bir kenara fırlatıp televizyonu açıyoruz. Hızla öfkelenip hayatımızla ilgili kötü giden her şeyi üzerine yıkabileceğimiz bir günah keçisi bulmanın dayanılmaz hafifliğinde öfke ile gürlüyoruz. Suçu tanımlıyor, suçluyu işaret ediyoruz. Korkularımızın faturasını bizi korkutanlardan değil korku ile bizden kaçanlardan çıkarıyoruz. Fakat bu rüzgâr hep böyle esmeyecek, biliyoruz. Acı duyarak yutkunmayı öğreneceğiz. Gözlerimizden süzülen yaşları kendimiz sileceğiz. Gerçeklerle yüzleşecek, barışacağız. Tüm bunlar olup biterken öfke ile gürlediğimiz her ne varsa yanımızda duracak belki de. Gerçek suçlular af dilemeyecekler. Zaten biz de onları hiç affetmeyeceğiz.

Yorum bırakın