Orta Çağ Karamsarlığında Bir Araf Tasviri: In Bruges

“Belki de cehennem budur, sonsuzluğun geri kalanını Brüj’de geçirmek.”

Ray’in ağzından dökülen bu son cümlenin ardından ekran yavaşça kararırken ben, kulağıma yayılan müziğin etkisiyle sonsuzluğun geri kalanını Brüj’de geçirmek fikrine odaklanıyordum. Nitekim bu fikir, rüzgârlı bir Gömeç akşamında başladığım filmi bitirebilmek için beni kilometrelerce ötede bir orta çağ kentinin kırıntıları arasına sürükledi. Çünkü bana kalırsa filmin izleyiciye yaptırmak istediği de tam olarak bu’ydu.in bruges afiş

‘In Bruges’( Brüj’de) başrollerini Colin Farrell(Ray) ve Brendan Gleeson(Ken)’un paylaştığı içerisinde aksiyon, dram ve kara mizah öğelerini barındıran bir Birleşik Devletler-İrlanda ortak yapımı film. 2008 yılında piyasaya çıkan filmin hikâyesi Martin McDonagh tarafından kaleme alınmış. Filmde yakın geçmişte True Detective’in ikinci sezonunda da rastladığımız Colin Farrel ve tabii ki Brave Heart’tan aşina olduğumuz Gleeson dışında bir de Harry Potter serisinden tanıdık bir isim İngiliz oyuncu Ralph Fiennes(Harry) yani nam-ı diğer Lord Voldemort da rol alıyor. ( Hazır Harry Potter’dan bahsetmişken Brendan Gleeson’un canlandırdığı bir başka önemli karakter olan Profesör Moody’i de unutmamak gerekli.) Film, ortak çalışan iki kiralık katilin (Ray ve Ken) Ray’in yaptığı trajik bir hata sonrası patronları Harry tarafından Brüj’e tatile gönderilmesiyle başlıyor. Aslında tatil anlayışları birbirinden oldukça farklı olan iki ana karakterden Ken için bu şehir adeta bir cennet iken Ray Brüj‘ü cehennemin yeryüzündeki prototipi gibi görüyor. Dışarıdan bakıldığında klasik bir gerilim filmi başlangıcı gibi görünen filmi ilk bakışta diğerlerinden ayıran en önemli unsur mekân olarak Brüj’ü seçmiş olması. Hatta film bu güzel orta çağ kentini yalnızca kendine mekân olarak seçmekle kalmamış, şehri filmin tam olarak merkezine konumlandırmış. Öyle ki bu gerçeği anlamak çok da güç değil. Filmin ismi her şeyi ele veriyor. Bu yüzden ‘In Bruges’  orta çağ mimarisiyle bezeli adeta bir şehir turunu içeriyor. Ana karakterlerimiz Ray ve Ken’in yaptığı bu şehir turu içerisinde Brüj’ün pek çok tarihi yerini görmek hatta en ince ayrıntılarına dek bilgi sahibi olmak mümkün. Filmi izledikten kısa bir süre sonra gittiğim şehirde filmden sahnelerin bana rehberlik ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki Grote Markt’ta dolanırken her an Ray’e rastlayacak ve okul yolu denetçilerinin karate bilme ihtimalleri üzerine derin bir sohbete dalacak gibi hissettim. Çünkü Ray bir kiralık katil olması dışında prensiplere sahip, oldukça duygusal bir adamdı. Onun için bir okul yolu denetçisinin karate bilme ihtimali ölümünü meşrulaştırabilirdi. Küçük bir çocuğun ölümüne istemeyerek de olsa sebebiyet vermenin ise affedilebilir bir tarafı yoktu. Bu yüzden hiç sevmediği Brüj’de geçirdiği vakit kendi iç hesaplaşması açısından önemliydi. Kendini yargıladı ve intihara karar verdi.maxresdefault

‘In Bruges’ affedilemez hatalar yaptığında kendini öldürecek kadar prensiplerine bağlı bir kiralık katil ve asıl görevi ortağını öldürmek olmasına rağmen bunu yapamayacak kadar duygusal bir diğer katilin hikâyesini işlerken aslında ortaya garip bir Avrupa eleştirisi de koyuyor. Özellikle Ray karakteri özelinde filmde geçen birkaç sahnede bu durumu net bir şekilde görmek mümkün. Örneğin ” Belçika nesiyle tanınır?.. Çikolatası ve çocuklara kötü muamele edilmesiyle. Ve çikolatayı sadece, çocukları kandırmak için icat etmişler.” cümlesiyle Ray, küçük çocukların ölümü ve Avrupa arasındaki ilişkiye iğneleyici bir gönderme yapıyor. Aynı şekilde Ray’in Vietnamlılar ve Pakistanlılar üzerinden yaptığı politik göndermeleri ciddi birer tenkit olarak okumak da mümkün. Kiralık katillerle iş yapan patron Harry’nin bir çocuğun ölümüne neden olan Ray’in infazına karar vermesi ve  bu süreçte Ken’i görevlendirmesi prensiplere sahip biri için oldukça ironik gibi görünüyor. Fakat filmin sonunda Harry’nin intiharı, söylemlerini eylemselliğe dökebildiğinin en büyük kanıtı olarak izleyiciye sunulmuş. Yine de filmde beni en çok etkileyen nokta Brüj gibi orta çağ mimarisi ve sakinliğin sembolü olan bir şehrin bir suç filmine ev sahipliği yapabilmesi oldu. Fakat filmdeki replikleri, kullanılan müzikleri ve diyalogları iyice incelediğimde bir gerçeğin farkına vardım. ‘In Bruges’ bir suç filminin çok ötesinde içerisinde kara mizah öğeleri barındıran bir sanat filmiydi.  Sanki estetik ve mimariye ilgi duyup sanat filmlerinden aynı ölçüde keyif alamayan ve klasik aksiyon/gerilim filmlerinin tek düzeliğinden oldukça sıkılmış arada kalmış bir izleyici kitlesi için tasarlanmıştı. Kendimi tam olarak yukarıda tarifini verdiğim izleyici kitlesi içerisine konumlamasam da filmin bu özgün hâlinin beni oldukça etkilediğini söyleyebilirim. Öyle ki şehri kaplayan yüzlerce kanalın üzerine kurulmuş ve meydanları birbirine bağlayan taş köprülerin üzerinden geçerken kulağımda filmin Carter Burwell imzası taşıyan müzikleri vardı. Grote Markt’tan Belfry Kulesi’ne uzanıp başımı bu görkemli saat kulesinin en tepesine diktiğimde ise gökyüzünden kanlar içinde yere doğru süzülen Ken’i görüyordum. Brüj’e ayırdığım iki gün benim için tarihi bir kenti gezmenin ötesinde bir film setinde vakit geçirmek gibiydi. Öyle ki günün yorgunluğunu atmak üzere oturduğumuz sıradan bir bank bile filmden iz bırakan bir sahneye ev sahipliği yapmış olabiliyordu.21476179_10213300933418971_458548954_n

Sonuç olarak bu sahnelerden birine ev sahipliği yapmış bir banka oturup albümümün en güzel köşesi için hep saklayacağım bir fotoğraf çektirdik. Ray ve Ken’in iç bunalımlarını ilk kez dışarı vurdukları bu unutulmaz sahnedeki diyalog Erce ve benim kişisel tarihimize resimli bir not düşüyordu. Ken’in sözleri, hayatımızın gerçeklerini yüzümüze vururken olayın şahitleri yalnızca Ray ve arkada bulunan Jan van Eyck heykeliydi. Yaklaşık dokuz sene sonra bu gerçekle yüzleşmeye gittiğimizde ise yerinde bulabildiğimiz tek şey Jan van Eyck heykeli ve yeri değiştirilmiş o eski bank oldu. Önce hafızamıza daha sonra da fotoğraf albümümüze kazıdığımız bu sahnede Ken şöyle diyordu:

“ Neye inanacağımı bilmiyorum Ray, çocukken sana öğretilenler senin peşini hiç bırakmaz, değil mi? İyi bir hayat yaşamaya çalışmanın önemine inanıyorum.”

Belki de orta çağdan beri pek çok savaş ve yıkım görmüş Avrupa’nın yeniden toparlanma sürecindeki sır bu sıradan ve basit cümlede saklıdır. Belki de önemli olan tek şey küçükken sana öğretilen doğrularla gerçekten iyi bir hayat yaşamaya çalışmaktır. Peki biz iyi bir hayat yaşamaya çalışmak için ne yapıyoruz? Yazıyı en başta Ray’den alıntıladığım cümleye kendimce bir ekleme yaparak sonlandırmak istiyorum. Belki de cehennem sonsuzluğun geri kalanını kendi ellerimizle yarattığımız bu dünyada geçirmektir. Kim bilir?

Bonus: Yazıda da bahsi geçen ve kişisel olarak çok beğendiğim filmin soundtrack albümünü dinlemek için: https://open.spotify.com/album/07i90t8l9cUO9lFadyRhuy

Yorum bırakın