Beşinci Mevsim

                                                                    Ocak 1995

Bugün hava buz gibi, tedavimin on yedinci ayındayım. Bu burada geçen  ‘beşinci mevsim’im. Bir süredir yeniden bir şeyler yazmak için çabalıyordum. Sonunda sana ithafen geride kalan her bir mevsimim için bir öykü yazmaya karar verdim. Sonuç olarak ortaya ‘Dört Mevsim’ adını verdiğim bir hikâye çıktı. Mektuba ek olarak bir nüsha hâlinde postalıyorum. İmla hatalarına göz atarsan sevinirim. Her şeyin iyi olduğunu söylemeyi isterdim, ama değil. İlaçlar beni iyiden iyiye güçsüzleştirdi. Bazı temel kas yetilerimi yitirdim. İlaçların sebep olduğu bazı yan etkiler yüzünden kas gerginliği ve salya akması gibi sorunlar baş gösterdi. Kendi yemeğimi yiyemiyor, kahve fincanımı kırıp, dökmeden tutamıyorum. Hasta bakıcılarla aram iyi, bazen kırmızı kaplı defteri okumak için elime alıyorum. Boş kalan birkaç sayfayı doldurmaya gönlüm el vermiyor. O sayfaların senin el yazınla dolmasını istiyorum. Arada sırada ziyaretime geldiğini biliyorum. Penceremden ön bahçeyi izlerken siluetini görür görmez koşar adım yanına gelmeye çalışmama rağmen doktorlar ve hasta bakıcılar bana engel oluyorlar. Zorla yolumu kesip sakinleştiricilerle yürüme yetimi kaybedene dek beni uyuşturuyorlar. Sonraki birkaç hafta zamanın nasıl geçtiğini pek anlayamıyorum. Etrafta deftere ya da sana benzer hiçbir şeyi seçemiyorum. Gözlerim kan çanağına dönüyor, göz bebeklerim korkunç bir şekilde yok olmak üzereymişçesine küçülüyor.  Belki de Gorgias haklıdır. “Hiçbir şey yoktur, olsa da bilemeyiz, bilsek de bildiremeyiz.” Gönderdiğin kitaplar için teşekkürler, cevabını özlemle bekliyorum.

                                Sevgiyle..

Bu, Sanat Merkezi’nin posta kutusuna düşen tam on altıncı mektup. Hiçbirine cevap yazmadım. Hâlâ ne olduğunu bilmediğim bir defterden bahsediyor oluşu tedavinin pek de iyi gitmediğine işaret. Ona kitap gönderdiğim de yok. Bahsettiği kitapları ona kim gönderiyor bilmiyorum. Daha da kötüsü bahsettiği kitapların varlığından dahi şüphe duyuyorum. Kalpsiz bir kadın olduğumu düşünebilirsiniz. Hayır, öyle değilim. Yazacağım her cevabın tedavinin gidişatına olumsuz bir etki yapmasından çekiniyorum. Fakat mektup bütünüyle safsatalarla kaplı değil elbette. Son on yedi ayda iki kez ziyaretine gittiğim bir gerçek. On iki saati bulan uçuşlardan sonra, pencerede belirginleşen kıvrımlarıyla zayıflamış yüzünü görmek pek de iyi bir deneyim değildi doğrusu.

Aslında her şey çok güzeldi. Onunla ilk gençlik yıllarımın en ateşli aşk hikâyesini kaleme almaya çoktan başlamıştık. Yıllar birbirini kovaladıkça aramızdaki bağlılık bağımlılığa dönüşmeye başlamıştı. Onun hayatıma kattığı pozitif etkiyle bir yandan ailemle aramı düzeltiyor, öte yandan tiyatrodaki işlerime daha fazla önem veriyordum. Onun için de her şeyin çok iyi gittiğini düşünürdüm. Hemen hemen her gün birlikte olmamıza rağmen, birbirimizden bir an bile sıkılmıyor oluşumuz metafiziğe aykırı geliyordu. Aslında bu durumu her zaman sorgulamışızdır. Benden yazdığı öyküleri redakte etmemi isterdi. Yazdıklarını okuyan ilk kişi olduğumu bilmek bana mutluluk verirdi. Onun ilk ve en tutkulu ‘okuru’ydum. O ise benim en takıntılı hayranımdı. Bir gün sırf tiyatral gelişimim için ortaya küçük bir not defteri çıkardım. Amacım onun benim için yazacaklarını bir tirad halinde yüksek sesle okumak, müzikal kapasitesi yüksek bir iş çıkarmaktı. Düşündüklerimi başarılı bir şekilde hayata da aktardım. O küçük not defteri kısa bir sürede tükendi ve kitaplığımdaki tozlu raflardan birinde yerini aldı. Defterin rengi kırmızı değil, kahverengiydi. Sürekli olarak bahsettiği kırmızı kaplı defter var olan ilk yanılsaması olabileceği için kendimi suçlu hissediyorum. Bu sanal gerçekliğin ardındaki defter imgesinin benim ortaya attığım bu saçma fikirden sonra kaynaklanmış olabileceğini düşünüyorum.

yazi-icin-gorsel
Görsel: Bryan John Charnley

Olanların ciddiyetini kavramamı sağlayan son olayı yaşadığımızda takvimler 1991 Temmuz’unu gösteriyordu. Öğleye doğru iyice artan sıcak, tahammül edilemez bir seviyeye ulaşmıştı. Yaz bir mevsim olmaktan öte artık büsbütün bir hayatta kalma mücadelesiydi. Fakat tüm bu hava şartlarına zıt bir şekilde saatler akşam altı kırkı göstermek üzereyken bulutlar güneşin önünü kapamış ve ani bir yaz yağmuru bastırmıştı. Bu yaz yağmurunun yol açtığı boğucu buharlaşma vakasının ardından güneşin batışı ve denizden esen hafif nemli rüzgâr bana mutluluğu taşıyordu. Provam saat sekizde bitecekti. Genellikle provam bitmeden on dakika kadar önce gelir, final sahnesini izlerdi. O gün yağmur yüzünden geç başlayan prova yirmi dakika gibi bir gecikmeyle bitmişti. Koşar adım yanına inip ona sarıldım. Yanına gittiğimde saatim sekizi on geçiyordu. On dakika geciktin diye takıldım. Ben kulise dönüp dışarı çıkmak için hazırlanırken o da bahçeye çıkıp beni beklemeye koyulmuştu. Yanına döndüğümde bana bir defter uzattı. Daha doğrusu bana bir defter uzattığını düşünüyordu oysa ben ortada hiçbir şey göremiyordum.

“Bak ne buldum, bu bizim kırmızı kaplı defterimiz artık, benim ilk şiirlerimi yazdığım günlüğüm. İçine henüz küçük bir çocukken yazdıklarımı hatırlıyorum. Bunca zaman nerede olduğunu hep merak etmiştim. Şimdi yeniden ellerimin arasında. Söz vermiştin sen de bir şeyler yazmalısın.”

Dedi. Ortada bir defter olmadığını söylediğimde onunla alay ettiğimi düşündü. Önce gülümsedi, ben ısrarla ve ciddi bir ses tonuyla söylediklerimde diretince biraz sinirlenip, “bugün herkes benimle oyun oynuyor olmalı” dedi. Her gün geçtiği  arnavut kaldırımlı sokakta yeni bir taksi durağı açıldığından ve şoförlerin ona yirmi üç senedir o köşede olduklarını söyleyerek, tıpkı benim gibi, onunla alay ettiklerinden bahsetti. Oysa taksi durağı hakikaten de altmışlı yılların sonundan beri oradaydı. Büyük bir korkuyla koluna girip soluğu yakın bir arkadaşımın psikiyatri kliniğinde aldım. Her şeyin başladığı nokta onu tedaviye ikna etmem oldu. Sonra birbirini kovalayan aylar boyu her gün yanındaydım. Kırmızı reçeteli ilaçların yan etkileri kendini gösterdiğinde, mesela artık hikâyelerini yazamaz hâle geldiğinde ya da elinden düşen ilk kahve fincanında yanındaydım.  Kas gerginliği baş gösterdiğinde yemeğini yemesine yardım ettim. Tek başına kalmaması gerektiği için turnelere ara verip yanına taşındım. En çok bir şeyler yazamaz olmasına üzülüyordu. Rezerv hâlindeki öyküleri de tükenince dergilerden para gelmez oldu. Artık kırmızı reçeteli ilaçlar, benim dışındaki yalnızlığı ve diğer bütün dertlerine bir de parasızlık eklenmişti. Bir şeye odaklanmakta zorluk çekmesine rağmen benden sürekli ona kitaplar almamı istedi. Bir kitaba başlıyor, ertesi sabah kaldığı yerden devam etmek istediğinde kitabın başını unutuyordu. Sanırım buna ilaçların nörolojik etkileri sebep oluyordu. Ben yanında oldukça defter de yanımızdaydı. Her şey daha kötüleşiyor gibiydi. Tüm bunların dışında bir şeyler yapmalıydım. Yurtdışındaki klinikleri araştırmaya başladım. Amerika’daki birkaç arkadaşımla telefonlaştım. Buradaki psikiyatrist dostlarıma danıştım ve sonunda onu uzun süreli ve konaklamalı bir tedaviyle iyi edebileceğimizi düşünerek bir kliniğe yatırmaya karar verdim. Levent Mete, ‘Şizofreni En Uzak Ülke’ adlı kitabında şizofreni tedavisini uzak bir ülkeye giden bir gezginin dönüş yolculuğuna benzetir. Şizofreni ülkesine gidenlerin ancak %25 ile %30’u kesin dönüş yapabilirmiş. İhtimaller denizinde yüzmektense elimize geçen her fırsatı değerlendirmek için onu bu tedaviye ikna ettim ve birlikte Amerika’ya gittik. Onu kendi ellerimle kliniğe yatırdım ve bir daha yanına gitmeden tedaviyi doktorlarından aldığım bilgiler ışığında uzaktan takip etmeye karar verdim.

Oysa o bunu artık onunla uğraşmak istemediğim için yaptığımı düşündü. Ondan kurtulmak için onu okyanus ötesine bırakıp kaçtığımı ve bir daha yanına uğramak istemediğimi. Zamanla bütün bu hastalığa neden olan kişinin ben olduğumu kendine inandırdı. Sanki bütün o ilaçlara onu mahkum eden benmişim gibi bana kızdı. Yine de bana olan sevgisi asla nefrete dönüşmedi. Kendini mektuplara verdi. Neredeyse her ay bana bir mektup yazıp durumunu anlattı. Hastanenin bahçesini, koridorlarını, hücrelerini öyle güzel betimledi ki hastaneyi en az yan odasında yatan hasta kadar iyi biliyordum artık. Yeniden betimleme gücüne sahip olması, basit mektuplar bile olsa, bir şeyler yazabilmesi umudumu arttırıyordu. Nihayet bu son mektubunda bana yeniden yazmaya başladığından bahsedip bir öyküsünü göndermiş. Fakat öyküyü okuduğum vakit beynimden vurulmuşa döndüm. Hâlâ Vivaldi dinlediğini biliyorum, Kafka’dan alıntı yapacak kadar kendinde.. Fakat artık beni eskisi kadar sevmiyor (ve sanırım hiçbir zaman da sevmeyecek) Tüm bunlardan beni sorumlu tuttuğuna eminim. Artık onun için bir sabah uyandığında kendini hamam böceği olarak bulan ‘Gregor Samsa’ gibi bir yaratıktan ibaretim.

İşte ben bu yüzden son mektubunu sizinle paylaşmak istedim. Tedavinin gidişatı için ona yazamayacağım cevabı size yazmak, masum olduğumu kanıtlamak için. Halbuki  atladığım bir gerçek vardı. Bu süreç boyunca hep onun kaybettiği şeyleri düşünürken aslında kendi içimdeki korkulardan kaçıyormuşum. İlk aşkımı, gençliğimin büyük bir parçasını kaybetmek, nefes alan bir ölüymüşçesine onun yanında olamamak en büyük korkum olmuş. Aslında onun gittiği bu uzak ülkeden kesin dönüş yapmasının benim de hayata dönüş yapmam anlamına geleceği gerçeğine sığınıp tüm sınırlarımı terk etmişim. Beynimin  hiçbir parçasında o’nsuz bir gelecek planı yokken, sanırım artık kendime yeni sınırlar çizmem gerekecek. Mehmet Güreli aşk için ‘bu bir girdap, bir yere giriyorsun ve başına ne geleceğini bilmiyorsun’ der. Deney faresi gibi bir girdabın içinde sıkışıp kalmamak için artık yeni bir hayata başlamanın vakti gelmiş midir peki? Yoksa bu hikâyenin baş kahramanı, olmayan bir defterin sarı saman yaprağındaki bir mürekkep izi olarak mı kalmalı?

 

Yorum bırakın