Hiçliğin Sonunda

Güne gözlerini açtığında yanında kimse yoktu. Standart bir çift kişilik yatak olmasına rağmen çok daha geniş görünen, üzerinde koyu sarı tonlarında desensiz bir nevresimin serili olduğu bir yataktaydı. Başını koyduğu yastık dışında tam iki yastık daha vardı yanında. Hava serindi ama üzerini örtebileceği hiçbir şeyi yoktu. Usulca doğruldu. Gözleri odayı çevreleyen duvarlardaydı şimdi. Saati arıyordu. Oysa hiçbir duvarda saat asılı değildi. Komodinin üzerine doğru kaydı sonra göz bebekleri. Telefonuna uzanıp saate bakabilirdi. Fakat komodinin üzerinde bir not defteri ve bu defterden koparılmış birkaç sayfadan başka bir şey yoktu. Telefonu salonda bırakmış olmalıyım diye geçirdi içinden. Hafifçe doğrulup yataktan çıkmaya yeltendi. O sırada üzerinde anlamsız bir basınç hissetti. Vücudu önceki geceyle kıyasladığında ağırlaşmış gibiydi.  Bir gecede bu denli kilo alamayacağına göre hasta olabileceği ihtimali geldi aklına. Bu ağır hissetme durumunu hastalığa yorup çıplak ayaklarını parke zeminle buluşturarak ayağa kalkmayı denedi. Bu deneme beklediğinden de güç gelecekti ona. Bir süre doğrulamadıktan sonra içini bir korku kapladı. Felçli gibi hissediyordu. Acaba uykusunun içerisinde bir felç geçirmiş ve uzun bir bilinç kapalılığı durumundan sonra bununla yüzleşmek zorunda mı kalmıştı? Hayatının geriye kalan kısmını felçli bir hasta olarak mı geçirecekti? Telaşlandı.

Güne gözlerini açtığında yanında kimse yoktu. Standart bir çekyat olmasına rağmen rahatsız edici yay gıcırtısı olmayan ama üzerinde koyu tonların hâkim olduğu örtü ile kir göstermeme konusunda iyi olduğunu düşündüğü bir çekyattaydı. Başını koyduğu küçük top yastıklardan bir diğeri ayakucundaydı. Hava sıcaktı ama nedense üzerinde kahve tonlarında polar bir battaniye vardı. Polar battaniyeden olsa gerek vücudundan terler süzülüyor fakat o bunu pek de önemsemiyordu. Battaniyeyi üzerinden attığında yaşayacağını ön gördüğü üşüme hissi ile terleme durumu arasında sıkışıp kalmaktan sıkılmıştı. Gözleri odayı çevreleyen duvarlardaydı yine. Tam karşısındaki duvarda bir tablo asılıydı. Çok bilinen bir eserin reprodüksiyonu ilişti gözüne. Saati aramaktan vazgeçip onu izlemeye başladı. Dakikalarca baktı tabloya. Sonra da doğrulup daha yakından incelemek istedi. Ayağa kalkmaya yeltendiğinde bir basınçla karşılaştı. Bedeni hiç olmadığı kadar ağır geliyordu vücuduna. Köşedeki masadan güç alarak doğruldu. Zorla da olsa bir iki adım attı. Tabloya yakınlaştı. Ayağa kalkarken neden bu denli zorlandığını bilmiyor, üstelik bu durumu düşünmek de istemiyordu. Tabloya iyice yoğunlaştı. Gözleri keskin bir bıçakla duvarda iz bırakır gibiydi. Sonra ayağa kalkabilmiş olmasını fırsata çevirerek saati öğrenmek için masaya doğru yöneldi. Telefonu masada değildi. Yatak odasında bırakmış olmalıyım diye geçirdi içinden. Ağırlık nedeniyle titreyen dizleri artık ayakta durmasına müsaade etmiyordu. Yaşlandığını düşündü. Acaba uzun bir uykuya yatmış ve seneler sonra ayakları tutmayan bir yaşlı olarak mı uyanmıştı? Hayatının geriye kalan kısmında asla eskisi gibi koşamayacak, dizindeki ağrılar nedeniyle ağır aksak bir yürüyüşü mü olacaktı? Telaşlandı.

hiçlik
Görsel: Heritage Auctions

Güne gözlerini açtığında etrafta kimse yoktu. Standart bir mutfak tezgahına uzanmasına rağmen üzerinin kupkuru olması akşamdan kalan bulaşıkların hâlâ yıkanmadığı anlamına geliyordu. Tezgah, gri tonlarında granitle kaplıydı. Hava soğuktu ama granit havadan da soğuktu. Bedeni ile tezgah arasında küçük bir kumaş parçası bile yoktu. Gözleri mutfağı çevreleyen dolaplardaydı. Acaba hangi dolabın içinde ne vardı? Tencereler, tavalar, bardaklar, kupalar tüm bu çeyizlik zırvalıklarla kaplıydı belki de dolapların içi. Mutfağın hiçbir köşesinde ise yine saat yoktu. Ellerini birbirine kenetleyerek iki bacağının arasına almıştı. Önce bu kenetlenme hâli çözüldü. Ardından da ellerini iki bacağının arasından çekerek doğruldu. Bakacak bir saati yoktu. Üstelik telefonu da hâlâ ortalarda değildi. Kendine bir kahve yapmak için ayaklanmaya karar verdi. Çünkü güne başlamanın en güzel yolu vücuda biraz kafein zerk etmekti.  Fakat bunu tek bir hamlede yapamadı. İkinci denemesinde yine çok zorlandı. Vücudu ayaklarının onu taşıyamayacağı kadar ağırlaşmıştı. Kollarından güç almayı denedi ama kolları da hatırladığından çok daha çelimsiz bir haldeydi. Bu duruma inanamadı. Sanki biraz kafein alabilse gücü de eskisine dönecekti. Fakat bunun için can havliyle doğrulup kendine kahve demlemesi gerekliydi. Aklına telefonu geldi. Telefonundan yapacağı küçük bir araştırma ile bu durumun sebebini bulabilirdi. Hem böylelikle saati de öğrenmiş olacaktı. Göz bebekleri tüm mutfağı baştan aşağı süzdü. Fakat yine de telefonunu bulamadı. Mutfak tezgahında sırt üstü uzanmaya devam ederek düşünmeye koyuldu. Kendini Gregor Samsa kadar çaresiz hissediyordu. Acaba hâlâ insan mıydı? Acaba o da bir böceğe dönüşmüş olabilir miydi? Yoksa hayatının geri kalan kısmını mutfak tezgahında bir böcek olarak mı geçirecekti? Telaşlandı.

Saat sabaha karşı beş sularıydı. Bir Fransız balkondan dünyaya uzanan tekli bir koltukta güneşin doğuşunu bekliyordu. Önündeki uçsuz bucaksız bozkır yığının ona anlattığı yegâne şey ‘hiçlik’ti. Hiçliğin ortasında bir bozkır yığınına dalıp giderek tekli bir koltuğa uzanmış güneşin doğuşunu bekliyordu. Üzerinde ancak gecenin ilerleyen saatlerinde üşüyünce alınabilecek emanet bir ceket, bir de kareli bir battaniye vardı. O ana kadar yalnızlığı hiç dert olmamıştı içine. Güne gözlerini her açtığında yaşadığı garipliklerden kaçmak için gözlerini hiç kapamamaya karar verdiğinde fark etti her şeyi. Sabaha dek tekli bir koltukta uzanıp sadece düşünerek güneşin doğuşunu beklemek sıkıcı bir şeydi. Tam da o an kadifeden yumuşak kısa bir anın içinde hiç tanımadığı insanların hayatlarının orta yerinden geçerek gökyüzüne uzanacağı muazzam bir yolculuğun parçası olmak istedi. Yalnızca basit bir rüzgârın içinde yapacaktı bu yolculuğu. Her şey yok olsa bile hâlâ onu taşıyacağından emin olacağı kadar güçlü bir rüzgârın hem de. Gökyüzü ile birlikte kızıllaşacak ve ufuk çizgisinden usulca batan güneşe eşlik edecekti. Sonrası karanlık, gözleri karanlığa alışana dek hiçbir şey olacaktı. Çok uzaklarda bir semtin ışıkları yanıp sönerken yıldızlara ne kadar yakın olduğunu hissedecekti. Büyük Ayı’nın hemen yanında durup atmosferdeki kromozomları, galaksileri selamlayacaktı. Güneş yeniden doğana dek sohbet edeceklerdi karanlığın dehlizlerinde birbirlerini görme ihtiyacı hissetmeden. Sadece sesler olacaktı, çok uzaklarda bir semtten yanıp sönen ışıklar, güzel şarkılar, kimsesiz çocuklar, vatansız sığınmacılar, cinayete kurban gitmiş kadınlar, ölümler ve doğumlar. Güneşin yeniden doğuşuyla bitecekti her şey. Her sabah kendini yeniden üreten bu kısır döngüdeki sıradanlıklar gibi. Rüzgâr onu taşıyacaktı ve o köşedeki duraktan otobüse binecekti yine. İşe, okula ya da bir buluşmaya yetişecekti. Beylik laflar edip hiçbirini dinlemeyecekti. Yanlış anlaşılacağını bile bile yine çok konuşacak, uzun cümleler kuracaktı. Fakat güneş yeniden doğacak mıydı? Ya da güneş neydi sahiden? Çok uzaklardaki bir yıldız mıydı? Her gezegen için aynı mıydı mesela önemi? Yoksa yalnızca dünya için mi çok değerliydi?

Saat sabah sekiz olmuştu çoktan ama dışarısı hâlâ zifiri karanlıktı. Uçsuz bucaksız bozkır yığını dalgasız bir deniz gibi duruyordu önünde. Saatin gerçekte kaç olduğundan emin olmak istedi. Eli sehpaya uzandı, telefonu yine oralarda değildi. Gözlerini pencereden ayırıp duvarlara bakmaya başladı. Topraklarını havalandırmak da kâr etmemiş olacak ki köşede duran saksılardaki çiçekler de ölmüştü çoktan. Usulca doğrulmak istedi. O sırada anlamsız bir basınç hissetti yeniden. Vücudu daha da ağırlaşmış gibiydi. Nihayet kol saatini buldu saksıların arasında. Saat sekizi on geçiyordu. Eski usul kurmalı bir saatti kol saati. Dün gece kurmayı unuttuğunu düşündü. Saat bir önceki akşam sekizi on geçe durmuştu belli ki. Yoksa etraf zifiri karanlıkken ve henüz güneş bile doğmamış iken saatin sabah sekizi on geçiyor olması mümkün değildi. Oysa akreple yelkovan hareket halindeydi. Volanı ise hala işliyordu saatin. Düpedüz çalışıyordu işte! Saat sabah sekizi on iki geçe güneşin hiç doğmayabileceğini getirdi aklına. Yalnız olmasa biriyle paylaşabilirdi bu eşsiz tarihi anı belki de. Birilerinin eksikliğini hissettiği bu an, içinde koca bir boşluk doğurmuştu. Evet, güneş doğmayacaktı belki de peki ay nerelerdeydi? Uçsuz bucaksız bozkırdan bir deniz yaratabiliyorsa zihni, bir yakamozu da hak ediyordu elbette.

Grazokyak gezegeninde bir gün daha böyle geçiyordu işte. İnsan ırkının yaşayan son temsilcisi ağır hasar altındaki beyni yüzünden dünyadaki eski güzel günlerinden kesitleri yaşıyordu ara ara. Gözünü her açtığında mavi gezegendeki evinden bir odayı tasvir ediyor, kaybolan zaman algısını yeniden canlandırmak için saatleri arıyordu. Dünya’daki evi, yatağı, koltukları ve mutfağı günden güne zihninden kaybolmaya başlayan imgelerdi. Bu imgeleri diri tutmak için verdiği mücadele ona nevresiminin renginden, battaniyesinin desenine dek tüm ince detayları her gün tekrarlatmaya başlamıştı. Her gün yeniden yazdığı farklı senaryolarla dünyadaki sıradan bir gününü yaşamaya çalışıyordu. Oysa yalnızca iki metrekarelik bir hücrede -Grazokyak gezegeninin gerçek sahiplerinin deneylerine konu olarak- yalnızca ölümü bekliyordu. İnsan ırkının yaşayan son temsilcisi olduğundan habersiz kayıp türküleri mırıldanarak geçen ömrü, şu anda var olmayan bir gezegende milyarlarca santigrat derecede eriyip giden evi, eşyaları ve anılarıyla son bulmak üzereydi. Devasa bir ısınmanın sonucunda yok olan insanlık mirası, hatırlanan birkaç eşya, birkaç nota, dize ve yalnızca bir tablodan ibaretti. Son insanın ölümüyle yok olacak koca bir medeniyet aslında küçük, soluk, mavi bir noktadan ibaretti ve gezegende nefes alıp veren her insan tüm bu kalabalığa, geçip giden zamanlara rağmen benliği ile baş başa kaldığı her an yalnızdı.

Yorum bırakın