Babamın Defteri

Saat sabah altıya geliyor. Güneş yavaş yavaş kafasını göstermeye başladı bulutların arasından.  Kuşlar doğanın sabah alarmı tabirinin hakkını verircesine ötüyor ve ben internetin yüce gücünü kullanarak hiç tanımadığım birine belki ulaşır diye bu hikayeyi kaleme alıyorum.

Bu yazıda okuyacağınız; iki ay önce ölen babamın o güne kadar benim, ablamın ve hatta annemin dahi bilmediği hikayesinden başka bir şey değil.

Babam yaklaşık 43 sene önce Türkiye’den göçmüş Fransa’ya. Benim sadece kitaplardan, internette izlediğim videolardan ve kısmen babamın anlattıklarından kabaca fikir sahibi olabileceği ülkesindeki karışıklıklar onu ülkesinden uzaklaşmak zorunda bırakmıştı. En azından yıllar boyunca biz öyle biliyorduk.

Buraya üniversite eğitimini tamamlamak için gelmişti, doktorasını bitirdikten sonra da Lyon’da yaşamaya devam etmişti.  Ardından Sorbonne gibi büyük bir üniversiteden teklif alınca, Paris’e bir başka deyişle annemle tanışıp evlendikleri şehre taşınmıştı.

Annemle babam, babamın Paris’teki üçüncü yılında tanışmışlar. Ortak bir projede çalışıyormuş ikisi de. Tanıştıktan sonra çok da uzatmamışlar işi aslında, bir sene bile geçmeden evlenmişler. Hemen ardından ablam dünyaya gelmiş, sonra da ben.

unnamed
Görsel: Ren Nehri’nde Yıldızlı Bir Gece- Vincent van Gogh

Çok yoğun bir adamdı babam, sürekli bir işi, bir uğraşı vardı. Ancak, o yoğunluğuna rağmen bizi asla ihmal etmez, ilgisini asla çekmezdi. En yorgun ya da yoğun zamanlarında bile bizimle oynar, bizi güldürmek için elinden geleni yapardı.

Annemle de ölene kadar hiç kavga etmediler, sadece bir kere sesini yükselttiğini hatırlıyorum babamın anneme karşı. O da annemin babasının bizim yetişme tarzımızla ilgili sergilediği tutumdu. Dedem bizden babamın ülkesine dair hiçbir bağımızın olmamasını, hiçbir şey bilmememizi istiyor; ablamın ve benim sadece Fransız kültürüyle yetiştirilmemizi istiyordu ve bu amaç doğrultusunda da burnunu haddi olmayan işlere sokuyordu.

Ama babam bu konuda biraz inat olsa gerek, ablamla bana Fransızcamıza ek olarak Türkçe öğretmiş, ülkesinin kültürüne dair pek çok şeyi bize aktarmıştı.

Aslında dedemin bu tutumuna bilerek ya da bilmeyerek babam çanak tutmuştu belki de. 35 yıl boyunca sadece 4-5 kere Türkiye’ye gitmiştik babaannem ve dedemi görmek için, birkaç kez de onlar gelmişti buraya. Kısacası babamın 27 senesini geçirdiği ülkesindeki hayatına dair dedem ve babaannemden başka hiçbir bilgimiz yoktu. Akrabaları, arkadaşları. Ne kimseyle görüşüyor, ne de birisinden bahsediyordu. Babamın tek bildiğimiz akrabası her yıl en az bir kere görüştüğü Almanya’da yaşayan kuzeniydi. Benzer sebeplerden ötürü o da babam gibi ülkesinden gitmek zorunda kalmıştı.

Üniversiteden emekli olduktan sonra babamın ardı ardına sağlık problemleri baş gösterdi. Önce midesindeki rahatsızlık nüksetti, ardından kalp damarları probleme sebep oldu derken kendimizi birden yoğun bakım ünitesinde babamın başucunda beklerken bulduk.

Babamın yorgun ve aslında hüzün dolu kalbinin yaptığı savaşın son cephesiydi belki de bu durak. Çok fazla direnemedi ve iki ay önce yüzünde buruk bir gülümsemeyle veda etti bizlere.

Babamın çalışma odasını temizlerken, her zaman kilitli olan çalışma masasının en alt çekmecesinin anahtarını buldum ve yılların merakına yenik düşerek bu çekmeceyi açtım. Gördüğüm sadece dışı siyah kaplı bir ufak not defterinden başka bir şey değildi.

 

Defterin ilk sayfasına baktığımda yapılacak işler başlığı altında listelenmiş bazı maddeler gördüm, ardından ilerlemeye başlayınca belli ki babamın bu defterin kullanımında bir niyet değişikliği yaptığını ve ajanda olarak başladığı bu not defterini ara ara notlar yazdığı bir günlüğe çevirdiğini anladım.

Gözüme 18 Haziran 1974 yılında yazılan bir not ilişti.

“Sanırım hayatımın kadınını buldum.”

Bu kadın annem olamazdı, çünkü o tarihlerde daha babam Türkiye’deydi. Sayfaları her çevirdiğimde bu tanımadığım kadına ait olduğunu düşündüğüm yeni notlar görüyordum.

“Gülünce gözlerinin altında ufak göz torbaları oluşuyor, öyle güzel görünüyor ki… Saatlerce onu böyle izleyebilirim.”

“Sanırım istemeden ona karşı çok büyük bir eşeklik ettim, umarım beni affeder. Affetmesi için elimden geleni yapacağım.”

“Saatler geçmiyor, onu yeniden görmek için sabırsızlanıyorum.”

“Zaman onun yanında o kadar çabuk geçiyor ki, bir ömür dahi yanında olsam bir dakikaymış gibi hissedeceğim sanki.”

“Her ne kadar yok dese de son zamanlarda bana karşı soğuk, onu kızdırmamak için bir şey demiyorum ama canımı çok yakıyor bu durum.”

“Artık beni sevmiyormuş.”

“Bir yıldır onu görmüyorum, gittiğim her yerde, yürüdüğüm her sokakta onu arıyorum istemsizce. Bulamadığımda yaşadığım hayal kırıklığını tarif edebilecek bir sıfat bulamıyorum.”

“Gitmiş diyorlar. Telefonlarıma da cevap vermiyor. Çıldıracak gibiyim.”

“Sanırım daha fazla burada kalamayacağım. Yaşadığım yer benim için artık bir hapishane. Gitmek istiyorum, herkesten uzaklaşmak…”

İşte babam bu yüzden terk etmişti ülkesini. Ülkesinin şartlarından değil, ülkesindeki hayatından kaçmak istemişti.

Bu nottan sonra uzunca bir zaman bir şey yazmamış babam. Ta ki, onu yoğun bakıma ve ardından ölüme götürecek süreçle başlayan hastaneye yatacağı  günden bir gün öncesine kadar.

“Hala unutmadım. Umarım onu bir gün görebilirim.”

 

Yorum bırakın