Hüznün Kuşları ve Arada Kalmışlığın Anatomisi

Çağan Irmak’ın belki de beni en çok vuran filmi “Babam ve Oğlum”da Fikret Kuşkan’ın içime işleyen bir tiradı vardır. Sadık dönüp babasına şöyle der:

“Bana gittin diyorsun baba ama ben gitmedim, gidemedim, kalamadım evim nerede bilemedim; çünkü aklımın bir tarafında bir köşesinde hep sen vardın, seninle bu… bu olmamışlık, bu küslük… insanın dönebileceği bir evinin olmaması ne demek biliyor musun baba?..”

Şu sıra delikli bir nane şekeri gibi ağzımın içinde dolanıp duruyor bu tirad, sanki en sevdiğim şairin birkaç keskin dizesini söyler gibiyim. Fakat öyle değil. Arada kalmışlığın anatomisini sunuyor bu tirad ve bu arada kalmışlık başıma topluyor hüznün kuşlarını. Canımla besliyorum hüznün kuşlarını, Cemal Süreya’nın “Ülke” şiirinin sonuna doğru yaptığı gibi ve kimse çıkıp kendini incecik sevdiremiyor şu sıra. Bedenim bir şehri yaşarken aklımın bin şehirde kalması, beynimin pölük pörçük olup aklımı kemirmesi ve bu parçaların asla birbirini tamamlayamayan bir puzzle’ı andırması hepsi üst üste gelip oturuyor bir tekli koltuğa . Bedenim kendi hayatını yaşarken aklım tekli koltukta takılı kalıyor ve dönecek bir evinin olmaması ne demek anlamaya çalışıyorum. İşte burada başlıyor her şey. Bana kalırsa buradaki “ev” salt dört duvardan oluşan bir yapının tezahürü değil elbet, muhakkak bir metafor olarak kullanılmış. Kendini ayaklarının bastığı zemine ait hissedememek, bu durumu kabullenip kabullenmemek üzere evrelere ayrılabilir. Bazıları kahvesini hâlâ kağıt bardaktan içmesinin nedenini yalnızca bulaşık yıkamamak olarak açıklayabiliyorken, bazıları bunun temel sebebinin fincanın belli başlı bir aidiyet belirttiğini kabullenmesiyle açıklayabilir yani. Sonuç olarak “ev” dediğimiz şey bazen bir kokuda, bazen bir eşyada ve en çok da başka bedenlerde can bulur. Başlangıç noktasında beliren çocukluğun geçtiği evin kokusu, ilk aşkın yakıcı hissi, en sevilen tişört ve darmadağın olmak zorunluluğu belirmiş dostluklar. Hepsi başlangıç noktasından çıkıp koordinat düzleminde bambaşka yeni noktaları oluşturmuşlar. Bu noktaların izdüşümü, hayatımızda kapladıkları hacim gün geçtikçe daralmış olmasına karşın hep varlıklarını koruyabilmişler ve bu yüzdendir ki dostlukları kilometrelerce uzaktaki şehirlere ve yeni bedenlere taşıyabiliyoruz. Çünkü bu yeni hayatlara eşlik eden fon müziği hep geçmişin cızırtılı plaklarından çıkan ruhla besleniyor. Aslında artık bizim için kurgulanmış bambaşka senaryoların başkarakteri olmuşken, bir anti-karakter edasıyla kendimizi bir başka senaryoya atmaya çalışmamız da aynı ruhun eseri. Fakat bu ruh bizi sadece birkaç sahnelik konuk oyuncu yapabilir. Bu yüzden geçmişin güvenilir kollarında bilindik bir sesle yaşamı devam ettirebilmenin verdiği olanaksızlıkla yeni senaryonun çekiciliği birleşince ortaya çıkan şey yalnızca bir arada kalmışlık oluveriyor.

Tüm bu karmakarışıklığın orta yerinde, sarı loş bir ışığın aydınlattığı çalışma odamda masamın üstünde duran ’Berlin Duvarı’ından bir parçaya odaklanmış, bu arada kalmışlığı -kendimizi bir yere ait hissedememekle, ait olduğumuzu sandığımız yere gerçekte ait olmamak durumunu- nasıl somutlaştırabileceğimi düşünürken aslında yanlış noktaya odaklandığımı fark ediyorum. Kulağımdan yola çıkıp kafa tasımın içinde bir rezonans halinde yayılan müzik, gözlerimi diktiğim taş parçasından daha mantıklı bir fikir veriyor sanki bana. Beni içine çeken farklı bir arada kalmışlık hikâyesi var kulaklarımda. Vivaldi’nin 1725 yılında dört konçerto halinde bestelediği en bilinen eseri ‘Four Seasons’ ( Dört Mevsim) her bir konçertoya özelliklerini taşıdığı mevsimin adını almış. Bu yüzden olsa gerek gözlerimi kapayıp Vivaldi’ye daldığım zaman konçertoya ismini veren mevsimin tadını alabiliyorum. İşte hikâyenin başlangıcı tam olarak bu noktaya tekabül ediyor. Çünkü o sıra Vivaldi’den bir eser çalmıyor odamda ve dolayısıyla bana fikir veren eser de ‘Four Seasons’ değil. Unutulmaya yüz tutmuş bir ses yığını yalnızca altı dakikalık bir eserle soğuk bir kış gecesini sıcak bir yaz gününe çeviriveriyor. Üstelik bu altı dakikalık ses yığını bana Vivaldi’nin dört konçertoda verdiği mevsimlik hazları tek bir perdede sunuyor. Anadolu’nun verimli topraklarında filizlenen notalar nasıl ki batılı bir müzisyeni aklıma düşürebiliyorsa, arada kalmışlık da aklımda  bir ‘sentez’  olarak somutlaşıyor. Üstte de bahsettiğim gibi hayatı bizim için kurgulanmış bir senaryo olarak ele alacak olursam başkarakter mi yoksa bir anti-karakter mi olacağıma henüz karar verebilmiş değilim. Ancak artık emin olduğum bir şey var o da filmin müziklerinin bir ‘sentez’ eser olması gerektiği. Sonuç olarak henüz sonu yazılmamış bu filmden spoiler veremeyeceğime göre odada çalan parçanın ne olduğunu doğru tahmin etmek de gelişmiş hayal gücünüze ve müzikal belleğinize kalmış durumda.

Yorum bırakın